Pages

30 Haziran 2010 Çarşamba

KAZMA

Selam büyükler merhaba çocuklar
Bu akşam size yeni bir öyküm var
Dilim sürçerse kusura bakmayın
Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var

Diyeceğim o ki kişi yetinmeli
Yaşam dediğin kısacık bir çizgi
Namus şeref onur hepsi güzel ama
En önemlisi helal alın teri

Komşunun tavuğu komşuya gaz görünür dersen
Kaz gelen yerden tavuğu esirgemezsen
Bu kafayla bir baltaya sap olamazsın ama
Gün gelir sapın ucuna olursun kazma

En güzel pilav imyakta pişer
Yanında hoşaf pek güzel gider
Sen yan gelip yatar karnın guruldarken
 Evdeki bulgur herkese yeter

Şam ipeğinden urba giysen bile
Zemzem suyuyla yıkansan bile
Dünya ahret bir keyif sürmek için
Mutlak dökmeli helal alın teri

Komşunun tavuğu komşuya gaz görünür dersen
Kaz gelen yerden tavuğu esirgemezsen
Bu kafayla bir baltaya sap olamazsın ama
Gün gelir sapın ucuna olursun kazma

İnsanın bir kez ters gitmesin işi
Muhallebi yerken kırılır dişi
Kazma olmaya özenmeyin dostlar
Alın teriyle kazanan en mutlu kişi

Komşunun tavuğu komşuya gaz görünür dersen
Kaz gelen yerden tavuğu esirgemezsen
Bu kafayla bir baltaya sap olamazsın ama
Gün gelir sapın ucuna olursun kazma

28 Haziran 2010 Pazartesi

24 Haziran 2010 Perşembe

Yalı Çapkını

 
 
Suspus oldu sazendeler bu gece
Hazırlan fırtına kopmak üzere
Kalbime tünemiş kuşlar uçuştu
Cam kırığı gibi doldun içime

Eski bir madende göçük gibiyim
Toprağın altında kalabilirim
Kim vurduya gitmesin aşkıma ses ver
Uçarı değilim kadir bilirim


Yaban inciri yalı çapkınım örtpas etme aşkını
Çoban aldatan çit sarmaşığım sar bana kollarını

Zarifçe 2

Her şeye benzeyebilirken O
Hiçbir şey benzemezken O'na...

(A.C.Z.)arifoğlu

Zarifçe

Irmaklarına bir damla suyla geldim
Su denmez
Kabûl ola, affola...
A.C.Zarifoğlu

A.C.Z.

''İçim ey içim bu yolculuk nereye,
Yine bir şehrin ölümünü başlatır gibisin...''


(A.C.Z)arifoğlu

A.C.Z.'den

Hayat bir boş rüyaymış
Geçen ibadetler özürlü
Eski günahlar dipdiri
Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harflerinde kimliğim ...
...Bağışlanmamı dilerim

Sana zorsa bırak yanayım
Kolaysa esirgeme...
Cahit Zarifoğlu

21 Haziran 2010 Pazartesi

II. Şarkı

siyah gözlerine beni de götür
daha dokunmadan kurudu irem
çöllere bir türlü yağamıyorum
yeni bir koşuşun başlangıcında
biraz deprem sonrası
biraz şehir hülyası
bir kalp yangınından geriye kalan
siyah gözlerine beni de götür
artık bu yerlere sığamıyorum

pembe uçurtmalar yollandığından beri
sarardı tiryaki menekşeleri
sonbaharın tozlu kafeslerinde
sevgi turnaları yakalıyorum
turnalar gidiyor; ben kalıyorum
avareyim, asûdeyim, yorgunum
bilmiyorum neden sana vurgunum
erzurum garında banklar üstünde
uyku tutmuyor karanlıkları
yitik düşlerimi kovalıyorum
gölgeler gidiyor; ben kalıyorum

binbir türlü kokuyorsa yaylalar
siyah gözlerine beni de götür
baharın koynundan koparıp sana
ipek bir mendile sardığım yüreğimle
şehzade gülleri gönderiyorum
umutlar kalıyor; ben gidiyorum

bütün yelkenlileri, deniz fenerlerini
kaptanları sorgulayan
yanından geçen küheylanların
korku tûfanına yakalandığı
siyah gözlerine beni de götür
güneş ülkesinden gelen yiğitler
benzeri olmayan bir dünya kursun
cellat, ayrılığın boynunu vursun

usul usul intizârı çürüten
bu hercai diken, bu çılgın arzu
sürüklüyor imkânsız muştuların
eşiğine gönül vâdilerini
bir ağaçtan düşen yapraklar gibi
düşüyorum tanyerine
ya topla yaralı kırlangıçları
ya da bu vefâsız şarkıyı bitir
özgürlüğe giden tutsaklar gibi
siyah gözlerine beni de götür


Nurullah Genç 

I. Şarkı

seni yaşamadan ölmeyeceğim
aşka özgü zakkum bahçelerinde
gene acılarla kalıyorum ben
deniz ölesiye yakın ayaklarıma
ey ülkemin pusatsız kahramanları
erzurum garında, banklar üstünde
sükût-u hayâle uğrayan kalbim
geceyi kavrayan parmaklarımla
bu hasret, bu hicran zelzelesinden
beni kurtarmaya gücünüz yetmez
çünkü mutsuzluğun mekteplerinde
ıstırâp dersleri alıyorum ben

gittikçe yaklaşan bir âfet gibi
intihâr yanılgısıyla
yollar beni esârete çekiyor
şehrâyin şarkıları söylüyorum içimden
şarkılar ki, hep aynı nakaratla bitiyor
sen bir garip delisin
gözleri perdelisin

erzurum garında, banklar üstünde
susuzluktan ağlayan bir güvercin
içime vuruyor kanatlarını
nağmelerin ateşinde parlayan
kuşlar bölük bölük hayatıma giriyor
bütün çığlıkları kuşanmış ölüm
dudaklarında siyanür
oysa bilmiyor ki, bu yolculuktan
yollar tükense de, dönmeyeceğim
seni yaşamadan ölmeyeceğim
o çin hârikası bakışlarını
o pekin gözlerini
gözlerin ki, gece donanmasıdır
yoksul ve yabancı mısralarımın

bedenimde çıban çıban ağrılar
ben bu ağrılardan zevk alıyorum
ejder tepesinde bunalıyorum
bir yanda kum fırtınası
diğer yanda esrârengiz
karakalem çalışması bir deniz
rüzgârla, yağmurla ve yıldızlarla
başlamak üzere son âyinimiz

erzurum garında gece yarısı
bankların üstüne şimşekler konar
bazen bir yıldırım gezinir saçlarımda
bazen bir melek saatler boyu
yakama ölümsüz çiçekler takar
erzurum garında gece yarısı
hıçkırıklar boğazıma tıkanır
nemrut ateşiyle sabaha kadar
içimde binlerce ibrahim yanar

koltuğumda efsaneler kitabı
kafdağından nergis devşiriyorum
başını dayamış omuzlarıma
o eski, o yaşlı zümrüdüanka
ben bir çin sarhoşu samanyolunda
denizi tartışan bakışlarını
geçmişime asla gömmeyeceğim
seni yaşamadan ölmeyeceğim

perdeler kalkıp da sabah olunca
aldırma aras’ın öyle bulanık
öyle mahzun aktığına
palandöken yine sisli, aldırma
ben hem sise hem çamura alıştım
senelerdir bu acıyla buluştum
mutluluk ne zaman çıksa karşıma
yalnızlık bir zindan, çöker başıma


Nurullah Genç

Aşkım İsyandır Benim

Yanarım; öyle bakma yüzüme yağmur gibi
Dağıt kalbini saran hasret bulutlarını
Damlasın gözlerine sonsuzluk usaresi
Dalgınlık evlerinin en güzel melikesi
Sevemem; tozlu raflar arasına girmeden
Çöllerim kandır benim
Sevemem; karanlığı bir daha devirmeden
Aşkım isyandır benim

Nurullah Genç

15 Haziran 2010 Salı

Seni Andım Bu Gece


seni andım bu gece |

Seni andım bu gece

Kulakların çınlasın
Şimdi dargınız seninle
İnan sen herkesten başkasın


Belki bana çok uzaktasın
Belki bana çok yakınsın

Belki bana çok uzaktasın
Belki de çok yakınsın


Şimdi dargınız seninle
İnan sen herkesten başkasın


Seni benim kadar
Hiç kimse sevmeyecek
Seni benden beni senden
Başka hiçkimse bilmeyecek

Öyle bir bilmece ki bu aşk
Hiç kimse çözmeyecek
Beni senden seni benden
Başka hiç kimse bilmeyecek






Kulakların çınlasın
 
Ülkü Aker

5 Haziran 2010 Cumartesi

Mavi Bir Ölüm

Yine sana sesleneceğim


Senin kim olduğunu hiç bilmeden

Senin kim olduğunu en çok bilerek

İsyankar zambakların çılgın nilüferlerin

Dört nala açan kiraz çiçeklerinin


Dudak kıvrımlarına yoldaş olacağım


Sarı bir hüzün kızıl bir gurur


Ve siyah bir öfkeyle konuşacağım sana






………..






Sana oklardan değil yayadan bahsedeceğim

Gülün dikeninden değil

Gülleri ve dikenleri doğurmaktan yorulmayacağım

Topraktan söz açacağım

Akan su gelmeyecek kelimelerime


Suyu şefkatle kucaklayan damlaları dinlendireceğim






…………






YİNE SANA SESLENECEĞİM

Senin kim olduğunu hiç bilmeden

Bilmek istemeden






………






Alaaddin’in sihirli lambasından çıkan cin bana gelseydi

Ve ne dilersem dilememi isteseydi

Hiçbir şeyi elde etmeyi dilemezdim

Bir şeyden vazgeçmek isterdim sadece

Hayatta birşeyden vazgeçmek lütfedilseydi

Bedeli herşeyim olsa bile

Sana seslenmekten vazgeçmek isterdim

Garip değilmi sana seslenmekten vazgeçtiğimi

Bundan hoşlandığımı düşünüyorsun belkide

Oysa sana seslenmek bütün hesaplarımı gördüğüm şu dünyadaki

Tek geride kalmış hesap benim için

Bu dünyadaki tek yük

Bu seslenişin kalbini avucumda tutabilmek

Kürek mahkumu için kürek neyse


Benim içinde sana selenmek o

Bir yandan gemiyi ufka ulaştırmanın tek yolu

Öbür yandan bileklerimden sızan kanların

Gönlümü işgale yönlendiği bir rotanın can suyu

Oysa ben sana kürekten değil gemiden bahsetmek isterdim

Atalarım bana kadınlara gökyüzünü

Gemileri ve yelkenleri anlatmayı öğrettiler


Sen kürekleri yağlı urganları

Geceyi siyaha gömen fırtınaları öğretmeye çalışıyorsun

Sana ellerimle dokunarak gözlerimle okşayarak

Göstermek istedim

Rüzgarla şişen beyaz yelkenleri

Ama senin vaktin yoktu

Ben bunu hiç anlayamadım


Kavmimin kadınları bana öğretmedilerki

Bazı kadınların beyaz apoletlerden daha çok

Siyah apoletleri sevebileceğini






………….






Sana sesleniyorum


Ve gözlerin bileklerimden parmak uçlarına

Toplanmış kan pıhtılarını seyrediyor


Kürekleri bırakamıyorum

Önce yücelttiğin sonra terkettiğin aşkın onuru için

Kalemi biran elimden düşürmüyorum

Ankara Kalesinin önünde

SANA SESLENİYORUM






…………..






Benden kaçıp cennete gitmek isteseydin


Seni cennetin kapısına kadar götürürdüm


Bana gelmek için seni korkutan cehennem olsaydı


Cehennemle konuşur Seni ona anlatabilirdim

Oysa sen ne cenneti isteyebilecek kadar aşık oldun


Nede cehennemi isteyebilecek kadar ayrılık


Seviyorum seni ama dedin

Hoşçakal diye ekledin

Şimdi gitmeye mecburum

Belki yine gelirim, umarım gelirim






SON SÖZÜN OLDU






Cennet ve cehennemin dillerini

Savaş naralarıı ve aşk şiirlerini

Gazelleri ve boleroları öğreten atalarım

Senim sözlerinin anlamını öğretmediler

Hiçbirşey söylemeden gittin


Ayrılığın dilsiz olduğunu ben senden öğrendim

Dilsiz olanın yaşayabileceğini sen öğrettin bana


Ve kalemimle ilk defa yavan gözlerle baktın


Yine yeniden sadece sana sesleneceğim


Müebbet bir aşk dışında


Bildiğim tüm duygularımı terkedeceğim






SANA SELENECEĞİM YİNE






Seni sadece kuru bir sevgiyle değil

Derin bir hüzünle binlerce yıllık bir gururla

Ve pervasız bir öfke ile sevdiğimi duyuyormusun

Mütevazi bir sevgiyle değil


Küstah bir aşkla sevdim seni

Ben OSMANLI gibi

Kollarımın yetişmediği bir aşkı kucaklamaya çalışırken

Ben köprülerin ülkesindeki Venedikteki son sancağı

Kışın üşümemek için şal yaptın kendine

Neden bilmiyorum özlemin artıyor içimde

Gün geçtikçe eksilir demiştim oysa

Atalarımın öğrettiklerinede ters düşsede

Sana inanırım bilirsin

Zamanla unutursun demiştim

Niye daha derinleşiyor öyleyse

Derinleşiyor özlemin


Ve gönlümde bir iç savaşta dökülen kanları


Coşturuyor ayrılık sözlerin

Öfkelerimin kararlılığını

Aşka katık ederek konuşacağım


Bedenim bu dünyayı terkedene kadar






…………






Öyle sanıyorumki

Hüzünle ve acıyla pek barışık olmadığın için

Benden uzun yaşayacaksın

Benden sonra kelimelerim gelecek gönlüne

Onların benden geldiğini birtek sen bileceksin

Küstah bir aşkla seveceğim seni

Ben savaş ve ölümle haşir neşir olan


Kelimeler dışındakileri unutmaya gayret edceğim


Ömrün geri kalınında






SANA SESLENECEĞİM YİNE






Ben seni beyrut gibi sevdim ama

Sana ne Mağribi nede Manhatten’i anlatamadım

Bağdat ve Şam’ı işgale yeltenmişken

Venedik! ten gelen ihanet tarumar etti ordularımı

Sarı bir keder, kızıl bir kibir, siyah bir isyanla konuşacağım sana

Senin kim olduğunu hiç bilmeden

Ağlayan zambakların dudak kıvrımlarına yoldaş olacağım

Senin kim olduğunu en çok bilerek

Kavmimin bana vaadettiği tüm aşkları terkedeceğim

Müebbet bir aşk, Sarı bir hüzün

Kızıl bir gurur ve siyah bir öfkeyle konuşacağım

Bu dünyayı terketme müjdesi gelene kadar






……….






Hüznü, gururu ve öfkeyi bilseydin keşke

Hüznün beni aşan taşkınlığını

Gururumun binlerce yıl önceden miras kalmış hoyratlığını

Öfkelerimin hiç bir zaman sona ermeyecek ve azalmayacak kararlılığını


Anlayabilseydin






ANLATABİLİRDİM SANA






Seninle yaşanan bir aşktan sonra

Ayrılığın ölüm bile olsa

MAVİ BİR ÖLÜM OLACAĞINI

4 Haziran 2010 Cuma

ANNE, ELLERİM NERDE?


Sisli bir yaz gününde tutuklandı gönlüm,

Ceplerimde çakıl taşları,

Elimde okul defterim vardı.

Henüz çıkmıştım evimden,

Okula gidiyordum sabah erken.

Neden kesildi yollar?

Ve kimdi bu adamlar?



Dünyaya gözünü açınca çocuklar,

İlkin ana sesi duyarlar.

Ben duymadım, duyamadım.

“Ne duydun” derseniz eğer,

Bomba sesiymiş onlar.



Hiç doğru dürüst oyuncağım olmadı benim.

Bir tek çakıl taşlarım var.

Ve en iyi dostum onlar.

Daha ufacıktım,

Bir gün evimizi bastılar.

Babamı alıkoydular.

“Suçu ne?” dedik?

Fazla soru sordurmadılar.

Ve işte o günden sonra,

Çakıl taşları bana yâren oldular.



Başka ülkelerde değişik oyuncakları varmış çocukların,

Görsel şölenleri, eğlenceleri…

Ve daha sayamadığım niceleri.

Hiç görmedim ben onları,

Hiç tatmadım.

Havai fişekler varmış mesela,

Böyle gökyüzüne yükselip,

Orada patlıyorlarmış.

Rengârenk ışık saçıyorlarmış etrafa.

Benim de fişeklerim oldu,

Ama havai değil, gerçek.

Ve hiç renkli ışık saçmadılar hayata.

Sadece tek renkleri vardı onların,

Kırmızı…

Ateş kırmızısı,

Kan kırmızısı….



Ablam evlendi sonra,

Ama hiç eşyası yoktu.

Çeyiz işlenirmiş başka yerlerde genç kızlara,

Benim ablamın çeyizi yoktu.

Çünkü çeyiz işleyecek vakti yoktu.

Hemşireydi ablam hasta yuvasında.

Gece gündüz demeden koşturdu,

İlaç yoktu, morfin yoktu.

Dipdiri dikti yaraları gözünde yaşlarla.

Gelen her çocuk, sanki onun çocuğuydu.

Ahh ablam, o da başkası için kendinden geçenler kervanında…



Dedim ya, okula gidiyordum bir sabah erkenden,

O kocaman tanklar karşıma çıktığında.

Başladılar sonra gerçek fişekleri etrafa saçmaya.

Silah yoktu, tank yoktu direnecek insanlarımda.

Ama olsun, çakıl taşlarımız var bizim,

Bir de iman göğsümüzün tam ortasında.

Ben de başladım taşları fırlatmaya.

Arkadaşlarım içinde en iyisi bendim,

Gidiyordu attıklarım çok uzağa,

Ve değiyordu kâfire mutlaka.



Sonra gördüler beni,

Resimlerimi çektiler bir anda.

Anlamamıştım neden olduğunu ya,

Ertesi gün dayandılar kapıma.

Alıp götürdüler beni evden uzağa.

Çok bağırdı, çok ağladı annem,

Ama yok fayda.

“Sen” dediler,

“Sen bu ellerle bize taş atarsın haaa!”

Ellerine silah almışlardı onlar da,

Ve başladılar ellerime, kollarıma vurmaya.

Ezildi önce, sonra kırıldı kollarım sırayla.

Ve artık acıdan baygındım ben yollarda.

“Seni” dediler, “öldürmeyeceğiz burada.

Şimdi al o pis kollarını yanına,

Ve git ailenin yanına.

Görsünler halini de,

Bir daha dik durmasınlar karşımızda!”



Biz ne yaptık bu fitnecilere anlamadım ya,

Aldım kollarımı yanıma,

Başladım eve doğru yol almaya.

Kollarım çok sancıyordu ama.

Bir de sallanıyorlardı sağa sola.

En son okuluma varabildim ve bayıldım kapıda.

Beni ilk gören öğretmenim olmuştu orada.

Derhal kucaklayıp götürmüş ablamın yanına,

Ve doktorlar bakakalmışlar bu vahşi tabloya.

Ben, gözlerimi açtığımda,

Bir hasta odasında yatıyordum acıyla.

Bulabilmişlerdi bana boş bir yatak nasıl olduysa.



Ellerime baktım sonra,

Sonra kollarıma.

Göremiyordum onları vücudumda.

Sordum sonra ve anlattılar bana.

Yoktu artık iki elim ve iki kolum,

Kesmişlerdi ikisini de beni kurtarmak adına.



Ben, on yaşımdaydım kollarımdan ayrıldığımda,

Sisli bir yaz günüydü ve tutuklanmıştı gönlüm vatan toprağında.

Çocuktum belki, aklım almayacak kadar ufak yaşta,

Ama yaşları küçük de olsa,

Yaşadıkları, duyguları ve fikir dünyaları büyük oluyor çocukların benim yurdumda.

Hiç ağlamadım kollarımı bulamadığımda,

Sadece düşündüm çakıl taşlarını atamayacaktım bir daha!



Anne, ellerim nerde?

Anne, ellerim….



01.10.07 / KONYA / 09.37


KOCASİNAN ( Urfatutkunu Aslıhan'ın mahlasıdır )


(İlk yayın Tarihi 18.01.2009)

Kaynak: Urfatutkunu

3 Haziran 2010 Perşembe

Hoşgeldiniz

hoşgeldiler sefa getirdiler
umut getirdiler
körleşen kalplere vicdan,
unutmuş dimağlara insanlık getirdiler o yiğitler...
hoş geldiler


Hilal Timur
03.06.2010



Filistin'dekiler de çocuk, ama çocukluklarını yaşayamayan çocuklar. Oysa ki bebeklerin de çocukların da ulusu yok... Şiir için tık...

Hakan Albayrak'tan





kokla şair bu taşı gazzeden getirdim
bu görmüş olduğun kurşun
filistinin göğsünden çıktı
sen oğuz atayda yüzerken
intihar yeyip intihar kusarken
bir çocuk adam gibi öldü.


Hakan Albayrak-1990