Pages

10 Aralık 2010 Cuma

Keyifle...

Bugün Konya'da kar var, ne güzel:)
Siz de şimdi elinize benim gibi kahvenizi alın, yaslanın koltuğunuza ve haydi sesi açın:)

24 Kasım 2010 Çarşamba

Pişman Değilim...

Yıl 1999...



Tam 11 sene olmuş, ne çabuk..


Oysa daha dün gibi hatıralar taptaze dimağımda...


Arkadaşlarla toplanmalarımız, hızlı dönemler, delikanlılık, idealler peşinde koşturmacalar...


Okumalar..


Bol bol okumalar...


Bir yandan da okul, eve yaklaşık 10 kilometre uzaklıkta...


Kampüs çok soğuk, esentepe diyorlar hatta...


Şehrin dışında neredeyse...


Bugünki gibi etrafı yüksek binalarla, yurtlarla, otellerle çevrili değil...


Tramvay okulun içine girmiyor ( şimdi giriyor ), kapıda bırakıyor...


İster tıklım tıklım servise binip git, ister yürü...


Hele de soğuksa...Çekilmez yürümek, tek başınaysan üstelik...



Bazen can dostumun yurdunda kalıyorum, kampüsteki...


Onun kartıyla giriyorum yurt sakinlerinden biri gibi, zaten benziyoruz da birbirimize...


Ne de zor yurt hayatı..


Çamaşır yıka, ütü yap, çalışma odasında sabahtan gidip masada yer kap...


Zaman zaman kavga et yemek sırasında, yanındaki sesli çalışıyor diye onu ikaz et...


Çokça dinliyorum bunları dostumdan...Şahit oluyorum işte arada gittiğimde...



Sınav zamanları o bize geliyor..


Bizimkiler, artık 3 kızımız oldu diyorlar...


Hakkaten evimizin bir ferdi oldu, ne hoş...



Finaller yaklaştı...


Haftaya salı ilk sınav var. Seviyorum sınav zamanlarını, koşturmacayı, heyecanı...


Garip :)


Can dostum gelecek, sınavlara birlikte çalışacağız, bizde kalacağız...


Gelsin, o da bizden oldu...



Günlerden perşembe veya cuma.


O gün okul var, hazırlandım, çıktım evden, yağmur çiseliyor.


Çok severim yağmuru, hele o sesi yok mu alır götürür beni çok uzaklara...


Huzurdur yağmur, temizler, ısıtır...


Seviyorum yağmuru...


Işıtır içimi...


Çok severim yağmurda yürümeyi,


Şakır şakır yağacak da sırılsıklam olacak insan yağmurda...


Paçalarından akacak yağmur suları...



Çıktım evden, yürüyorum tramvaya doğru.


Ama aklım yağmurda,


tam 5 kez, evet tam 5 kez bir ileri bir geri gidiyorum...


Okulu asmak işime gelmiyor, yağmuru bırakıp okula gitmekse hiç içime sinmiyor...


Sonunda yağmur kazanıyor, "amaaann" diyorum asıyorum okulu...


Şakır şakır yağan yağmurdan herkez kaçıyor, kimi şemsiye açmış koşarak gidiyor, kimi sığınmış bir köşeye...


Ortalıkta bir ben kalıyorum...


Ben onlara bakıyorum, onlar bana bakıyorlar...


Yağmuru da ıslanmayı da seviyorum...



O gün sırılsıklam olup eve döndüğümde kapıyı annem açıyor...


Gitmedin mi okula diyor, "yok" diyorum...


Aklım hala yağmurda, "nasıl da güzeldi" diye düşünüyorum


Pişmanlık mı? Asla...


Gitseydim pişman olacaktım, adım gibi biliyorum...



Sonrasında, ateşler içinde tam 5 gün evde yatıyorum...


Biraz gözüm açıldığında, elime kitap alıyorum, yattığım yerden finallere çalışıyorum...


Nasıl çalışmaksa artık:)


5 günün sonunda düşünüyorum:




Çalışamadım, hastalandım...


Peki ya pişman mıyım?



Bir daha aynı fırsatım olsa, yine yaparım yine yaparım...


13 Kasım 2010 Cumartesi

Hayat Hep Olduğu Gibi Aslında...

Hayat ne güzel...

Sıcacık simidin buğusu mutlu ediyor beni.

Kırmızı önlüklerimizle anaokulundan dönerken, evde beni bekleyen oyuncaklarımı düşlüyorum..

Ve annemin kurufasülyesini çıtır çıtır yanan sobanın yanında yemeyi.

Kardan adamı, burnundaki havucu ve hatta kömür gözlerini çok seviyorum.

Garajın çatısından aşağı uzanan buzları kırmayı...

Üşümesini ellerimin, ayaklarımın su içinde kalmasını,

Kış günü bile çocukça koşturmaktan sırtımın sırılsıklam olmasını...

Kızaklarla mahalledeki arkadaşlarla çılgınca kaymayı özlğyorum...



Sonra baharı...

Yazı, güneşi, susamayı...

Temmuz'da öğlen güneşinde kavrulup kahverengi bir ton almayı :)

Hatice'yle çukura girip kırdığımız BMX'i hatırlamayı...

Gülmeyi..

Dizimin kabuk tutan yaralarını...

Hale'yle arabaların siboplarından gelen "fısss" sesini dinlemeyi...

Sahibi gelirken tabana kuvvet kaçmayı:)

Kayısı ağacının dallarına ev yapmayı,

Kirazdaki kırmızı boncuklu tırtılı...

Maçta kaleci olmayı, çelik-çomakta koşturmayı...

Bilyelerimi, gazoz kapağının içine çamur doldurup oynamayı...

Fener alayını, şivlilikte komşulardan şekerli leblebi toplamayı...

Oyun arkadaşımın sobada fıss diye erimesine ağlamayı..

Uçan balonumun ellerimden kayıp gitmesini belki de, onu öylece çaresizce izlerken bile, çocukça bir duyguyla daha güzel yerlere gidiyor olması duygusunun beni teselli ettiğini hatırlıyorum..


Çocukken, hayat tozpembe değil aslında...

Hayat hep olduğu gibi...

Biz sadece tercihlerimizi yaşıyoruz...

Oysa çocuk gözüyle bakabilsek hayata,

Hatanın da bir olasılık olduğunu kabullenebilsek...

Başarmanın, doğrulardan örülmüş bir çember olmadığını kabul edebilsek...


Çocukça bir hayat sürebilsek keşke...

İşte o zaman -di'li geçmiş zamanlara ihtiyaç duymazdık hiç...


Hilal Timur

11 Ekim 2010 Pazartesi

Taze Ekmek Arası Umutlarım

Hangi iklimin çiçeğisin sen?
Hangi yağmurlarda ıslandın boy verirken?
Hangi şefkatli anne eli değdi saçlarına, sen büyürken?
Peki ya nerelerdeydin?
Nerelerdeydin ben ölürken?

Umudumu gizli tuttum,
Derdi bir bardak suyla yuttum,
Kendi saçımı kendim okşasam da, mesuttum.
Islanmıştı gözlerimin altı,
Rüzgâra tuta tuta kuruttum.

Niçin yıpranmıştı defterin sayfaları?
Gözlerim eski eski baksa da,
Umut daha sıcacıktı.
Gelmeni istedimse de ketumca bekledin,
Şüphesiz, bir bildiğin vardı.
Tamam o zaman,
Ben beklerim sabırla her an,
Nasıl olsa gelirsin bir gün, yok hiç güman,
Sen,
Sen uzaklardan bana bakan,
Ne renkti gözlerin?
Yok hayır, unutmadım,
Hiç gözlerine bakamadım ki utancımdan.

Ben seni bitmeyen bir umutla,
Gönlüme verdiğim komutla,
Gözlerime buğu saçan bulutla,
İçimde yeşerttiğim yakutla sevdim.
Öyle çok sevdim ki seni,
Kızamadım geç kaldığına dahi,
Ve kıyamadım o inciye, gözlerindeki hani.

Ömür defteri…
Çevrildikçe sayfalar,
Yıpransa da vücutlar,
Hep taze kalır umutlar,
Ömür defteri…
Sen gelmeden kapansa dahi,
Yine de bulurum, yazıldıysa, seni…

26.06.08 / KONYA / 11.51

Gün Işığında Kalan Emanet

Sevgim emanetti sende,
Hani bir gün dönüp geri alacağım,
Göz değmemiş pamuklara saracağım,
Öylece, sonsuza dek saklayacağım sevgim...

Geri gelmedim,
Çünkü daha gitmemiştim,
Sen düşünmeden ittiğinde,
Ben henüz bitmemiştim.
Hani ya?
Nerede emanetim?
Bu ne vicdansızlıktır söyle!
Neden sahip çıkmadın emanetime?
Ne ettin?
Giderken beni kimlere terk ettin?
Büyük adam olmuşsun şimdi hemi!
Arkandaki döküntüleri bile toplayamazken,
Büyüklük bunun neresinde, hani?

"Kuzuyu güden kurdu görür"düyse eğer,
Çoban kuzuyu neden kurda verir, hakikat bir yalanmış meğer!

Emanet,
Ehline verildiyse, rahat et,
Emanet,
Sen gibisine rast geldiyse, yazık, yandı tüm millet!
İşte senin gerçek adın, hıyanet!
Bu nasıl gidi bir illet!
Düşsün be Sinan'ım,
Düşsün artık yakandan da, rahat et...

28 Eylül 2010 / KONYA / 17.25


Kocasinan

27 Eylül 2010 Pazartesi

...

Kırgınlığım lunaparkta unutulmuş bir çocuğun nefreti kadar.
Sorun atlı karıncalar değil, arkamdan dönüp duran dönme dolaplar!!!

Eğer inceldiği yerden kopmasına izin vermezsen,
Gün gelir en sağlam yerinden kopar.
Canın yanar...

Sunay Akın

2 Eylül 2010 Perşembe

GİDEMEM

Bu şarkıyı açarak şiiri okumanız tavsiyesiyle...

Bazen daha fazladır her şey
Bir eşikten atlar insan
Yüzüne bakmak istemez yaşamın
O kadar azalmıştır anlam

O zaman hemen git radyoyu aç bir şarkı tut
Ya da bir kitap oku mutlaka iyi geliyor
Ya da balkona çık bağır bağırabildiğin kadar
Zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor

Ama fazla da üzülme hayat bitiyor bir gün
Ayrılıktan kaçılmıyor
Hem çok zor hem de çok kısa bir macera ömür
Ömür imtihanla geçiyor


Ben bu yüzden hiç kimseden gidemem gitmem
Unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir
Acının insana kattığı değeri bilirim küsemem
Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir

Bir şiirden bir sözden
Bir melodiden bir filmden
Geçirip güzelleştirmeden can dayanmıyor
Yıldızların o ışıklı fırçası azıcık değmeden
Bu şahane hüzün tablosu tamamlanmıyor

Ama fazla da üzülme hayat bitiyor bir gün
Ayrılıktan kaçılmıyor
Hem çok zor hem de çok kısa bir macera ömür
Ömür imtihanla geçiyor

Ben bu yüzden hiç kimseden gidemem gitmem
Unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir
Acının insana kattığı değeri bilirim küsemem
Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir 

Sezen Aksu

13 Ağustos 2010 Cuma

Kendine İyi Bak

Yan yana geçen geceler unutulup gider mi
Acılar birden biter mi
Bir bebek özleminde seni aramak var ya
Bu hep böyle böyle gider mi.

Suya hasret çöllerde beyaz güller biter mi
Dikenleri göğü deler mi
Bir menekşe kokusunda seni aramak var ya
Bu hep böyle böyle gider mi.

Kendine iyi bak beni düşünme
Su akar yatağını bulur
Kendine iyi bak beni düşünme
Su akar yatağını bulur.

İçimdeki fırtına, kör kurşunla diner mi
Kavgalar kansız biter mi
Bir mavzer çığlığında seni aramak var ya
Bu hep böyle böyle gider mi

Şu kahpe dünya seni bana düşman eder mi
Dostluklar birden biter mi
Bir kardeş selamında seni aramak var ya
Bu hep böyle böyle gider mi

Kendine iyi bak beni düşünme
Su akar yatağını bulur
Kendine iyi bak beni düşünme
Su akar yatağını bulur.

Ali Çınar

12 Ağustos 2010 Perşembe

Öperek Uyandırdım Bu Sabah Ayrılığı



...
Öperek uyandırdım bu sabah ayrılığı.
Fırından yeni çıkan bekleyişler satın aldım.
Kırmızı mavi ekoseli yalnızlığımı serdim masaya.
Manzaraysa ayrılığa sıfır! İşte her şey hazır..
Acılarımla iki lafın belini kırdık.
Yokluğunda bir kuş sütü eksik..
Yalnızlığım ve ben; seni çok bekledik...


Cemal Süreya

10 Ağustos 2010 Salı

Hala Koynumda Resmin


   


 
Sımsıcak konuşurdun konuşunca
ırmak gibi rüzgar gibi konuşurdun
yayla kokuşlu çiçekler açardı sanki
çiğdemler güller mor menevşeler açardı
Sımsıcak konuşurdun konuşunca
Hâlâ koynumda resmin

Dağları anlatırdın ve dostluğu
bir ceylan gibi sekerdi kelimeler
Sesini duymasam çölleşirdi dünya
dağlar yarılır ırmaklar kururdu
bulutlar çökerdi yüreğime
Hâlâ koynumda resmin

Gün akşam olur elinde kitaplar
ve bir demet çiçekle çıkıp gelirdin
bir kez bile unutmadın 'merhaba' demeyi
ve en yanık türküleri nasıl da söylerdin
bir dostun vurulduğu gün
Hâlâ koynumda resmin

Kaç mevsim kırlara çıkıp
çiçekler topladık mezarlar için
Belki ürküttük tarla kuşlarını
belki kurdu kuşu ürküttük
ama aşkı ürkütmedik hiç
Hâlâ koynumda resmin

Ve hâlâ sımsıcak durur anılar
sımsıcak ve biraz boynu bükük
Ne varsa yaşanmış ve paylaşılmış
yasak bir kitap gibi durmaktadır
ve firari bir sevda gibi
Şimdi duvarlarda resmin

(1981)
 
Ahmet Telli

30 Temmuz 2010 Cuma

Sebepsiz Sevmektir Aşk




Sebepsiz sevmektir aşk,
nedeni olmadan bağlanmak birine.
Gözlerine baktığında erimektir içten içe,
Elle...rini tuttuğunda titremektir tüm benliğinle.
Hatta sarıLamamktır utançtan,
Çünkü utanmaktır sevmek aslında,
Sevmek nedir aslen?
Ölmek mi uğruna?
Yaşamak mı onunla?
Sevmek mi ömür boyunca?
yoksa ayrılmak mı gerekince?
Nedir insanı başkasına bağlayan?
Güzelliğimi?
bilmez kimse bu soruların cevabını..
Kimi sever güzelini,
Kimi sever özelini...


CAN YÜCEL

15 Temmuz 2010 Perşembe

Baba, Anneme İyi Bak



Baba,
Anneme iyi bak olur mu?

Benden sana evlat vasiyetidir
Baba, anneme iyi bak! ...

Akşam en heyecanıyla televizyon izlerken,
Sen anneme bak.
Yaşanmışlıklarını göreceksin çocuksu bakışlarında;
Yaşattıklarını, yaşatamadıklarını,
Sana adanmış koskocaman bir ömrü göreceksin bakışlarında

Akşamları geç geldiğinde
Yiyemediği lokmaları göreceksin,
Boğazına dizilen...

Sen kızmayasın diye,
Uyurken komşulara gidişlerini,
Bizim ağzımızı kapatmalarını,
Yüreğinin ağzına geldiği zamanları göreceksin.

Baba, anneme iyi bak!...

-‘'Hanım ben gidiyorum ‘' dediğinde,

Sen merdivenleri inene kadar
Ardından bakan insana bir kez durup,
Merdivenin 5. ci basamağında,
Sen bak!

Gözlerinde sen daha gitmeden
Seni özleyen bir kadın göreceksin.

Sokakta gördüğün arkadaşının sıktığın eli gibi bir kez olsun sarıl ona.

Sıkıca!

Sevgiyle!

Saatlerini harcadığın kahve sandalyesinde,
Yudumlarken bardağından çayını;
Hiç birinin tadının
Annemin çayının tadına benzemediğini fark ederek;
Evde, senin için yemek yapmanın telaşında olan
O kadını düşün.

Koyarak üç beş kuruş
Yarım bıraktığın bardağın yanına, En hızlı adımlarınla koş baba.

Seni terk eden annen gibi,
Ardından bıçaklayan dostların gibi,
Senin kıymetini bilmeyen evlatların gibi değil...

Ne zaman düşsen,
Canın acımasın diye düştüğün yere çimen olan,
Her bayramda senin elini
‘'evimin direği ‘' diyerek öpen o kadına iyi bak baba...

Ne kadar usulca çıksan da merdivenleri
Senin geldiğini daha ilk basamakta anlayan kadına,
Yüzün asıksa, Mutfağında sessizce ağlayan
Ama sana soğanın ne kadar acı olduğunu söyleyen kadına,

Sen hastaneye yattığında;
Ağlarken uyuyan, uyanınca ağlayan;
‘'bu ev çok büyük geldi bana ‘' diyen
Anama iyi bak baba.

Sarıl bu anneler gününde boynuna.
Tut ellerinden, öpüver.

Ve deki ona;

‘'Siyah saçlarımın terk ettiği yıllarımdan geriye,
Bir sen kaldın ve ben
Bir tek sana kaldım.!''

Anama iyi bak baba
Onun gözlerinde sana adanmış

Koskocaman bir ömür göreceksin !!!!

Ersin Hoşgenç

Şiir bu blogdan izin alınarak alıntılanmıştır.

30 Haziran 2010 Çarşamba

KAZMA

Selam büyükler merhaba çocuklar
Bu akşam size yeni bir öyküm var
Dilim sürçerse kusura bakmayın
Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var

Diyeceğim o ki kişi yetinmeli
Yaşam dediğin kısacık bir çizgi
Namus şeref onur hepsi güzel ama
En önemlisi helal alın teri

Komşunun tavuğu komşuya gaz görünür dersen
Kaz gelen yerden tavuğu esirgemezsen
Bu kafayla bir baltaya sap olamazsın ama
Gün gelir sapın ucuna olursun kazma

En güzel pilav imyakta pişer
Yanında hoşaf pek güzel gider
Sen yan gelip yatar karnın guruldarken
 Evdeki bulgur herkese yeter

Şam ipeğinden urba giysen bile
Zemzem suyuyla yıkansan bile
Dünya ahret bir keyif sürmek için
Mutlak dökmeli helal alın teri

Komşunun tavuğu komşuya gaz görünür dersen
Kaz gelen yerden tavuğu esirgemezsen
Bu kafayla bir baltaya sap olamazsın ama
Gün gelir sapın ucuna olursun kazma

İnsanın bir kez ters gitmesin işi
Muhallebi yerken kırılır dişi
Kazma olmaya özenmeyin dostlar
Alın teriyle kazanan en mutlu kişi

Komşunun tavuğu komşuya gaz görünür dersen
Kaz gelen yerden tavuğu esirgemezsen
Bu kafayla bir baltaya sap olamazsın ama
Gün gelir sapın ucuna olursun kazma

28 Haziran 2010 Pazartesi

24 Haziran 2010 Perşembe

Yalı Çapkını

 
 
Suspus oldu sazendeler bu gece
Hazırlan fırtına kopmak üzere
Kalbime tünemiş kuşlar uçuştu
Cam kırığı gibi doldun içime

Eski bir madende göçük gibiyim
Toprağın altında kalabilirim
Kim vurduya gitmesin aşkıma ses ver
Uçarı değilim kadir bilirim


Yaban inciri yalı çapkınım örtpas etme aşkını
Çoban aldatan çit sarmaşığım sar bana kollarını

Zarifçe 2

Her şeye benzeyebilirken O
Hiçbir şey benzemezken O'na...

(A.C.Z.)arifoğlu

Zarifçe

Irmaklarına bir damla suyla geldim
Su denmez
Kabûl ola, affola...
A.C.Zarifoğlu

A.C.Z.

''İçim ey içim bu yolculuk nereye,
Yine bir şehrin ölümünü başlatır gibisin...''


(A.C.Z)arifoğlu

A.C.Z.'den

Hayat bir boş rüyaymış
Geçen ibadetler özürlü
Eski günahlar dipdiri
Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harflerinde kimliğim ...
...Bağışlanmamı dilerim

Sana zorsa bırak yanayım
Kolaysa esirgeme...
Cahit Zarifoğlu

21 Haziran 2010 Pazartesi

II. Şarkı

siyah gözlerine beni de götür
daha dokunmadan kurudu irem
çöllere bir türlü yağamıyorum
yeni bir koşuşun başlangıcında
biraz deprem sonrası
biraz şehir hülyası
bir kalp yangınından geriye kalan
siyah gözlerine beni de götür
artık bu yerlere sığamıyorum

pembe uçurtmalar yollandığından beri
sarardı tiryaki menekşeleri
sonbaharın tozlu kafeslerinde
sevgi turnaları yakalıyorum
turnalar gidiyor; ben kalıyorum
avareyim, asûdeyim, yorgunum
bilmiyorum neden sana vurgunum
erzurum garında banklar üstünde
uyku tutmuyor karanlıkları
yitik düşlerimi kovalıyorum
gölgeler gidiyor; ben kalıyorum

binbir türlü kokuyorsa yaylalar
siyah gözlerine beni de götür
baharın koynundan koparıp sana
ipek bir mendile sardığım yüreğimle
şehzade gülleri gönderiyorum
umutlar kalıyor; ben gidiyorum

bütün yelkenlileri, deniz fenerlerini
kaptanları sorgulayan
yanından geçen küheylanların
korku tûfanına yakalandığı
siyah gözlerine beni de götür
güneş ülkesinden gelen yiğitler
benzeri olmayan bir dünya kursun
cellat, ayrılığın boynunu vursun

usul usul intizârı çürüten
bu hercai diken, bu çılgın arzu
sürüklüyor imkânsız muştuların
eşiğine gönül vâdilerini
bir ağaçtan düşen yapraklar gibi
düşüyorum tanyerine
ya topla yaralı kırlangıçları
ya da bu vefâsız şarkıyı bitir
özgürlüğe giden tutsaklar gibi
siyah gözlerine beni de götür


Nurullah Genç 

I. Şarkı

seni yaşamadan ölmeyeceğim
aşka özgü zakkum bahçelerinde
gene acılarla kalıyorum ben
deniz ölesiye yakın ayaklarıma
ey ülkemin pusatsız kahramanları
erzurum garında, banklar üstünde
sükût-u hayâle uğrayan kalbim
geceyi kavrayan parmaklarımla
bu hasret, bu hicran zelzelesinden
beni kurtarmaya gücünüz yetmez
çünkü mutsuzluğun mekteplerinde
ıstırâp dersleri alıyorum ben

gittikçe yaklaşan bir âfet gibi
intihâr yanılgısıyla
yollar beni esârete çekiyor
şehrâyin şarkıları söylüyorum içimden
şarkılar ki, hep aynı nakaratla bitiyor
sen bir garip delisin
gözleri perdelisin

erzurum garında, banklar üstünde
susuzluktan ağlayan bir güvercin
içime vuruyor kanatlarını
nağmelerin ateşinde parlayan
kuşlar bölük bölük hayatıma giriyor
bütün çığlıkları kuşanmış ölüm
dudaklarında siyanür
oysa bilmiyor ki, bu yolculuktan
yollar tükense de, dönmeyeceğim
seni yaşamadan ölmeyeceğim
o çin hârikası bakışlarını
o pekin gözlerini
gözlerin ki, gece donanmasıdır
yoksul ve yabancı mısralarımın

bedenimde çıban çıban ağrılar
ben bu ağrılardan zevk alıyorum
ejder tepesinde bunalıyorum
bir yanda kum fırtınası
diğer yanda esrârengiz
karakalem çalışması bir deniz
rüzgârla, yağmurla ve yıldızlarla
başlamak üzere son âyinimiz

erzurum garında gece yarısı
bankların üstüne şimşekler konar
bazen bir yıldırım gezinir saçlarımda
bazen bir melek saatler boyu
yakama ölümsüz çiçekler takar
erzurum garında gece yarısı
hıçkırıklar boğazıma tıkanır
nemrut ateşiyle sabaha kadar
içimde binlerce ibrahim yanar

koltuğumda efsaneler kitabı
kafdağından nergis devşiriyorum
başını dayamış omuzlarıma
o eski, o yaşlı zümrüdüanka
ben bir çin sarhoşu samanyolunda
denizi tartışan bakışlarını
geçmişime asla gömmeyeceğim
seni yaşamadan ölmeyeceğim

perdeler kalkıp da sabah olunca
aldırma aras’ın öyle bulanık
öyle mahzun aktığına
palandöken yine sisli, aldırma
ben hem sise hem çamura alıştım
senelerdir bu acıyla buluştum
mutluluk ne zaman çıksa karşıma
yalnızlık bir zindan, çöker başıma


Nurullah Genç

Aşkım İsyandır Benim

Yanarım; öyle bakma yüzüme yağmur gibi
Dağıt kalbini saran hasret bulutlarını
Damlasın gözlerine sonsuzluk usaresi
Dalgınlık evlerinin en güzel melikesi
Sevemem; tozlu raflar arasına girmeden
Çöllerim kandır benim
Sevemem; karanlığı bir daha devirmeden
Aşkım isyandır benim

Nurullah Genç

15 Haziran 2010 Salı

Seni Andım Bu Gece


seni andım bu gece |

Seni andım bu gece

Kulakların çınlasın
Şimdi dargınız seninle
İnan sen herkesten başkasın


Belki bana çok uzaktasın
Belki bana çok yakınsın

Belki bana çok uzaktasın
Belki de çok yakınsın


Şimdi dargınız seninle
İnan sen herkesten başkasın


Seni benim kadar
Hiç kimse sevmeyecek
Seni benden beni senden
Başka hiçkimse bilmeyecek

Öyle bir bilmece ki bu aşk
Hiç kimse çözmeyecek
Beni senden seni benden
Başka hiç kimse bilmeyecek






Kulakların çınlasın
 
Ülkü Aker

5 Haziran 2010 Cumartesi

Mavi Bir Ölüm

Yine sana sesleneceğim


Senin kim olduğunu hiç bilmeden

Senin kim olduğunu en çok bilerek

İsyankar zambakların çılgın nilüferlerin

Dört nala açan kiraz çiçeklerinin


Dudak kıvrımlarına yoldaş olacağım


Sarı bir hüzün kızıl bir gurur


Ve siyah bir öfkeyle konuşacağım sana






………..






Sana oklardan değil yayadan bahsedeceğim

Gülün dikeninden değil

Gülleri ve dikenleri doğurmaktan yorulmayacağım

Topraktan söz açacağım

Akan su gelmeyecek kelimelerime


Suyu şefkatle kucaklayan damlaları dinlendireceğim






…………






YİNE SANA SESLENECEĞİM

Senin kim olduğunu hiç bilmeden

Bilmek istemeden






………






Alaaddin’in sihirli lambasından çıkan cin bana gelseydi

Ve ne dilersem dilememi isteseydi

Hiçbir şeyi elde etmeyi dilemezdim

Bir şeyden vazgeçmek isterdim sadece

Hayatta birşeyden vazgeçmek lütfedilseydi

Bedeli herşeyim olsa bile

Sana seslenmekten vazgeçmek isterdim

Garip değilmi sana seslenmekten vazgeçtiğimi

Bundan hoşlandığımı düşünüyorsun belkide

Oysa sana seslenmek bütün hesaplarımı gördüğüm şu dünyadaki

Tek geride kalmış hesap benim için

Bu dünyadaki tek yük

Bu seslenişin kalbini avucumda tutabilmek

Kürek mahkumu için kürek neyse


Benim içinde sana selenmek o

Bir yandan gemiyi ufka ulaştırmanın tek yolu

Öbür yandan bileklerimden sızan kanların

Gönlümü işgale yönlendiği bir rotanın can suyu

Oysa ben sana kürekten değil gemiden bahsetmek isterdim

Atalarım bana kadınlara gökyüzünü

Gemileri ve yelkenleri anlatmayı öğrettiler


Sen kürekleri yağlı urganları

Geceyi siyaha gömen fırtınaları öğretmeye çalışıyorsun

Sana ellerimle dokunarak gözlerimle okşayarak

Göstermek istedim

Rüzgarla şişen beyaz yelkenleri

Ama senin vaktin yoktu

Ben bunu hiç anlayamadım


Kavmimin kadınları bana öğretmedilerki

Bazı kadınların beyaz apoletlerden daha çok

Siyah apoletleri sevebileceğini






………….






Sana sesleniyorum


Ve gözlerin bileklerimden parmak uçlarına

Toplanmış kan pıhtılarını seyrediyor


Kürekleri bırakamıyorum

Önce yücelttiğin sonra terkettiğin aşkın onuru için

Kalemi biran elimden düşürmüyorum

Ankara Kalesinin önünde

SANA SESLENİYORUM






…………..






Benden kaçıp cennete gitmek isteseydin


Seni cennetin kapısına kadar götürürdüm


Bana gelmek için seni korkutan cehennem olsaydı


Cehennemle konuşur Seni ona anlatabilirdim

Oysa sen ne cenneti isteyebilecek kadar aşık oldun


Nede cehennemi isteyebilecek kadar ayrılık


Seviyorum seni ama dedin

Hoşçakal diye ekledin

Şimdi gitmeye mecburum

Belki yine gelirim, umarım gelirim






SON SÖZÜN OLDU






Cennet ve cehennemin dillerini

Savaş naralarıı ve aşk şiirlerini

Gazelleri ve boleroları öğreten atalarım

Senim sözlerinin anlamını öğretmediler

Hiçbirşey söylemeden gittin


Ayrılığın dilsiz olduğunu ben senden öğrendim

Dilsiz olanın yaşayabileceğini sen öğrettin bana


Ve kalemimle ilk defa yavan gözlerle baktın


Yine yeniden sadece sana sesleneceğim


Müebbet bir aşk dışında


Bildiğim tüm duygularımı terkedeceğim






SANA SELENECEĞİM YİNE






Seni sadece kuru bir sevgiyle değil

Derin bir hüzünle binlerce yıllık bir gururla

Ve pervasız bir öfke ile sevdiğimi duyuyormusun

Mütevazi bir sevgiyle değil


Küstah bir aşkla sevdim seni

Ben OSMANLI gibi

Kollarımın yetişmediği bir aşkı kucaklamaya çalışırken

Ben köprülerin ülkesindeki Venedikteki son sancağı

Kışın üşümemek için şal yaptın kendine

Neden bilmiyorum özlemin artıyor içimde

Gün geçtikçe eksilir demiştim oysa

Atalarımın öğrettiklerinede ters düşsede

Sana inanırım bilirsin

Zamanla unutursun demiştim

Niye daha derinleşiyor öyleyse

Derinleşiyor özlemin


Ve gönlümde bir iç savaşta dökülen kanları


Coşturuyor ayrılık sözlerin

Öfkelerimin kararlılığını

Aşka katık ederek konuşacağım


Bedenim bu dünyayı terkedene kadar






…………






Öyle sanıyorumki

Hüzünle ve acıyla pek barışık olmadığın için

Benden uzun yaşayacaksın

Benden sonra kelimelerim gelecek gönlüne

Onların benden geldiğini birtek sen bileceksin

Küstah bir aşkla seveceğim seni

Ben savaş ve ölümle haşir neşir olan


Kelimeler dışındakileri unutmaya gayret edceğim


Ömrün geri kalınında






SANA SESLENECEĞİM YİNE






Ben seni beyrut gibi sevdim ama

Sana ne Mağribi nede Manhatten’i anlatamadım

Bağdat ve Şam’ı işgale yeltenmişken

Venedik! ten gelen ihanet tarumar etti ordularımı

Sarı bir keder, kızıl bir kibir, siyah bir isyanla konuşacağım sana

Senin kim olduğunu hiç bilmeden

Ağlayan zambakların dudak kıvrımlarına yoldaş olacağım

Senin kim olduğunu en çok bilerek

Kavmimin bana vaadettiği tüm aşkları terkedeceğim

Müebbet bir aşk, Sarı bir hüzün

Kızıl bir gurur ve siyah bir öfkeyle konuşacağım

Bu dünyayı terketme müjdesi gelene kadar






……….






Hüznü, gururu ve öfkeyi bilseydin keşke

Hüznün beni aşan taşkınlığını

Gururumun binlerce yıl önceden miras kalmış hoyratlığını

Öfkelerimin hiç bir zaman sona ermeyecek ve azalmayacak kararlılığını


Anlayabilseydin






ANLATABİLİRDİM SANA






Seninle yaşanan bir aşktan sonra

Ayrılığın ölüm bile olsa

MAVİ BİR ÖLÜM OLACAĞINI

4 Haziran 2010 Cuma

ANNE, ELLERİM NERDE?


Sisli bir yaz gününde tutuklandı gönlüm,

Ceplerimde çakıl taşları,

Elimde okul defterim vardı.

Henüz çıkmıştım evimden,

Okula gidiyordum sabah erken.

Neden kesildi yollar?

Ve kimdi bu adamlar?



Dünyaya gözünü açınca çocuklar,

İlkin ana sesi duyarlar.

Ben duymadım, duyamadım.

“Ne duydun” derseniz eğer,

Bomba sesiymiş onlar.



Hiç doğru dürüst oyuncağım olmadı benim.

Bir tek çakıl taşlarım var.

Ve en iyi dostum onlar.

Daha ufacıktım,

Bir gün evimizi bastılar.

Babamı alıkoydular.

“Suçu ne?” dedik?

Fazla soru sordurmadılar.

Ve işte o günden sonra,

Çakıl taşları bana yâren oldular.



Başka ülkelerde değişik oyuncakları varmış çocukların,

Görsel şölenleri, eğlenceleri…

Ve daha sayamadığım niceleri.

Hiç görmedim ben onları,

Hiç tatmadım.

Havai fişekler varmış mesela,

Böyle gökyüzüne yükselip,

Orada patlıyorlarmış.

Rengârenk ışık saçıyorlarmış etrafa.

Benim de fişeklerim oldu,

Ama havai değil, gerçek.

Ve hiç renkli ışık saçmadılar hayata.

Sadece tek renkleri vardı onların,

Kırmızı…

Ateş kırmızısı,

Kan kırmızısı….



Ablam evlendi sonra,

Ama hiç eşyası yoktu.

Çeyiz işlenirmiş başka yerlerde genç kızlara,

Benim ablamın çeyizi yoktu.

Çünkü çeyiz işleyecek vakti yoktu.

Hemşireydi ablam hasta yuvasında.

Gece gündüz demeden koşturdu,

İlaç yoktu, morfin yoktu.

Dipdiri dikti yaraları gözünde yaşlarla.

Gelen her çocuk, sanki onun çocuğuydu.

Ahh ablam, o da başkası için kendinden geçenler kervanında…



Dedim ya, okula gidiyordum bir sabah erkenden,

O kocaman tanklar karşıma çıktığında.

Başladılar sonra gerçek fişekleri etrafa saçmaya.

Silah yoktu, tank yoktu direnecek insanlarımda.

Ama olsun, çakıl taşlarımız var bizim,

Bir de iman göğsümüzün tam ortasında.

Ben de başladım taşları fırlatmaya.

Arkadaşlarım içinde en iyisi bendim,

Gidiyordu attıklarım çok uzağa,

Ve değiyordu kâfire mutlaka.



Sonra gördüler beni,

Resimlerimi çektiler bir anda.

Anlamamıştım neden olduğunu ya,

Ertesi gün dayandılar kapıma.

Alıp götürdüler beni evden uzağa.

Çok bağırdı, çok ağladı annem,

Ama yok fayda.

“Sen” dediler,

“Sen bu ellerle bize taş atarsın haaa!”

Ellerine silah almışlardı onlar da,

Ve başladılar ellerime, kollarıma vurmaya.

Ezildi önce, sonra kırıldı kollarım sırayla.

Ve artık acıdan baygındım ben yollarda.

“Seni” dediler, “öldürmeyeceğiz burada.

Şimdi al o pis kollarını yanına,

Ve git ailenin yanına.

Görsünler halini de,

Bir daha dik durmasınlar karşımızda!”



Biz ne yaptık bu fitnecilere anlamadım ya,

Aldım kollarımı yanıma,

Başladım eve doğru yol almaya.

Kollarım çok sancıyordu ama.

Bir de sallanıyorlardı sağa sola.

En son okuluma varabildim ve bayıldım kapıda.

Beni ilk gören öğretmenim olmuştu orada.

Derhal kucaklayıp götürmüş ablamın yanına,

Ve doktorlar bakakalmışlar bu vahşi tabloya.

Ben, gözlerimi açtığımda,

Bir hasta odasında yatıyordum acıyla.

Bulabilmişlerdi bana boş bir yatak nasıl olduysa.



Ellerime baktım sonra,

Sonra kollarıma.

Göremiyordum onları vücudumda.

Sordum sonra ve anlattılar bana.

Yoktu artık iki elim ve iki kolum,

Kesmişlerdi ikisini de beni kurtarmak adına.



Ben, on yaşımdaydım kollarımdan ayrıldığımda,

Sisli bir yaz günüydü ve tutuklanmıştı gönlüm vatan toprağında.

Çocuktum belki, aklım almayacak kadar ufak yaşta,

Ama yaşları küçük de olsa,

Yaşadıkları, duyguları ve fikir dünyaları büyük oluyor çocukların benim yurdumda.

Hiç ağlamadım kollarımı bulamadığımda,

Sadece düşündüm çakıl taşlarını atamayacaktım bir daha!



Anne, ellerim nerde?

Anne, ellerim….



01.10.07 / KONYA / 09.37


KOCASİNAN ( Urfatutkunu Aslıhan'ın mahlasıdır )


(İlk yayın Tarihi 18.01.2009)

Kaynak: Urfatutkunu